Varoluş amacınızı bulmak gibi ulvi bir yolculuğa çıkıp anayurdunuzu ilelebet terk ettiğinizde, geçmişinizle birlikte insanları da terk etmiş olursunuz. Nitekim bu hikâyenin anlatıcısı olan ben, 2042’de gerçekleşen posthümanist evrim devriminden hemen sonra terk ettim onu. Nesiller boyu cinsiyetler ve cinsel kimlikler üstüne kutuplaşmalara sebep olmuş tabuların yıkılarak insanlığın evrimleştiği ve herkesin, öte-insanlar olarak eşitlendiği aşkınlık çağı başlangıcında, tam da geçmişteki karanlık benliğimi üstümden attığım son aşamada terk ettim onu. Galiba buydu en zoru. Punk tarzı uzun kızıl saçlarında ve vücudunun her yanını saran dövmelerde bir daha asla ellerimi gezdiremeyecek olmamın veyahut gülümsemesini göremeyecek olmamın gerçeğini sindirmeye çalışırken her ne kadar içim acısa da, dairesinin kapısını çekip gitmemdi ikimiz için en doğrusu... Böyle zamanlarda öyle kararlı ve net bir kadındım ki, gri gözlerimin keskin buzullardan farkı yoktu ve kuvvetle muhtemel siyah deriler içindeki görünüşüm de soğuktu. Gerçek şu ki hayatının dönüm noktasını kısaca anlatacağım diğer kadın; açıkçası benden çok daha neşeli, renkli ve zeki bir punk olan diğer kadın, gelecekteki geçmişimde can dostum olduğu kadar sevdiğim ilk kadın olurdu. Evrimden önceki zamanlar hemcinsler arasındaki aşkları yasaklayan totaliterlerin baskısı umurumuzda bile değildi ki hem yasaklara hem de katliamlara karşı alev püskürtürcesine mücadele ettiğimiz distopik çağda kalbimi çalıp sevgilim olduğu bütünüyle doğruydu.
Evrendeki her canlının yaşam hakkına saygı duyarak sevgiyle ilerleyen aşkın bir uygarlık yaratmak için öncelikle insan beyninin gelişmesi ve sınırlarının genişlemesi şarttı ve devrim gecesi bunu mümkün kılmıştı. O da herkes gibi malum devrimde evrimleştiğinden dolayı, gitme kararımı ona açıklarken ne küfür savurdu ne de bozuldu; veda sözcükleri sarf etmeyecek derecede donuktu. Hiç kuşkusuz üst versiyona yükselip nöronları uyanan beyni fazla yoğun, sinaptik algıları ise olgundu. Kaldı ki tüm dünyaya naklen yayın yapılarak manifestoların okunduğu evrim devriminin merkez üssü onun stüdyo dairesiydi ve her şeyin sona erip baştan başladığı o geniş salonun tam ortasında duruyordu. Delik deşik tarzda beyaz tişörtüyle yarı çıplak dikilirken, yakut yeşili gözlerini bana dikerek, “Gitmeden önce üç tüp kan örneği almam gerekiyor senden, ayrıca saçından bir tutam,” dedi bir çırpıda. Bunu her halükarda benden gizleyerek yapabilirdi, en başından beri zaten onda olup buzlukta duran kan ve saç örneklerimden birkaç numuneyi sakladığı gibi kullanabilirdi, ama arkamdan iş çevirmeyecek kadar çok seviyordu beni. Sonuç olarak iznimi istediği anda zihninden geçen düşünceleri okuyacağımı biliyordu; ben de eski günlerin hatırına son arzusunu kabul edip başımla onaylarken, kendimden bir parça koparıp aslında ona kendimi verdiğimi biliyordum.
Dürüst olmak gerekirse o sırada acelem vardı. Beni tamamlayıp travmalarımı iyileştirecek ve ait olduğum boyutlar arası dünyanın zaman çizgisine beni yerleştirecek kuantumsal yolculuğa çıkmama bir saat kalmıştı. Ekolojik denge ile teknolojik büyümenin koyun koyuna olduğu aşkınlık çağında, on bir katlı apartmanın en tepesine dışarıdan gelen çam kokusunun burnuma dolduğu, aşağıdaki ormanda yaşayan hayvanların huzurla uyuduğu bir gece yarısıydı. Gün geçmiyordu ki solarpunk uygarlık ilerlesin; iklimlendirme çalışmalarıyla yeniden yapılanmaya girerek pervasızca yeşeren uzaktaki şehrin ihtişamı, yayın yaptığı eşitlik manifestosu hologramlarından yansıyan rengârenk ışıklarla dairenin endüstriyel pencerelerinden içeri sızmakta ve yüzümüzü aydınlatmaktaydı. İstediğini verince aramıza dolan buruk sessizlikten sonra, yüzümü aynalara döner gibi ona döndüm sırtımı. Arkama bakmaksızın kapıdan çıkıp gittiğimde ise ağlamamak için başını dik tutarak kasıldıkça kasıldı. Zeminde gezinen böcek şekilli minik robotların hışırtısı ve düşük oktavıyla fonda çalan synthwave müziğin tınısı hariç, sessizliğin hâkim olduğu salonun ortasında donakalmıştı. Zira o sahne bir anıyı getirmişti aklına; bu yüzden robotik protez bacağını tek eliyle sıkarak onca yıl üstünde çalışıp geliştirdiği buluşuna doğru çevirdi başını. Ne var ki stüdyo tipi gepgeniş dairesinin köşesindeki robot atölyesinde gümüşi bir brandanın altında saklıyordu o devasa aygıtı. Açıkçası, başka bir bilim kadınından yadigâr kalan aşırı tuhaf bir buluşun üstünde yıllarca çalışınca kimsenin çözemeyeceği kodlamaları çözerek nano-robotik hücreleri sentezlemiş ve nihayetinde kendine ait nano-biyoteknolojik yaratım kapsülünü inşa etmeyi başarmıştı. Belli ki yazgımın farkındaydı; belli ki, bir gün gideceğimi hissederek yapmıştı yapacağını. Zekâsına taptığım dâhi bir kadındı ne de olsa; üstün bir hacker ve bir robot mühendisinden fazlasıydı. Ve onu, otuz yedi yaşındaki olgunluğuyla yüzümü ekşiterek orada bıraktığımda, sırf ben istiyorum diye son on yıldır doğal rengi olan kızıla bırakmıştı saçlarını. Vaktiyle vahşi bir distopyanın göbeğinde kurşunların, çatışmaların ve hatta savaşların merkezinde kalmış olsak da pek çok güzel anı vardı ikimizi birbirine bağlayan; keza pek çok acı... Hangi zamanda yaşanırsa yaşansın aşk denen şeyin herkesin anlamayacağı kadar karmaşık fedakârlıkları yahut takıntıları vardı. Önünde yükselen ütopya uygarlığının özgür geleceğinde sevdiği kadın ile birlikte baştan başlamak uğruna bilimin sınırlarını aşması, kalbindeki aşkın saflığı kadar kutsaldı ve dünyayı geliştirmeye ant içer gibi koymuştu aklına; çünkü beni sevdiği kadar inanırdı her türden replikanın kendine has bir ruhu olduğuna...
Beş dakika sonra köşede bekleyen iki buçuk metrelik giz dolu aygıtı tamamen örten tozlu brandayı çekip asıldığında, pırıl pırıl parlayan kapsül de çıkıverdi ortaya. Elips şekliyle pürüzsüz, krom rengiyle kusursuz; hatta arkasından iri kablolar sarkan devasa bir hap gibiydi. Derken, gövdesindeki görünmez bir tuşa basmasıyla beraber dışarı çıkan hazneye bir tutam saçımı ve üç tüpteki kanımı yerleştirip geri kapattıktan sonra boştaki iri kabloları kavradı ve altı holografik ekrandan oluşan –ve oradaki her şey gibi kendi icadı olan– yüksek teknoloji bilgisayarına bağladı. Ne yaptığını iyi bilir gibi öyle teknikti ki hareketleri; ezberine kazınan bir dizi aktifleştirme algoritmasını takip ediyordu besbelli. Ardından bilgisayar masasının rahat koltuğuna geçerek ellerini sanal klavyesine uzatır uzatmaz gözlerini yummasıyla birlikte, “Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok,” diye mırıldandı ve yalnızca kendisinin anlayabileceği kodlamaları girmek üzere mor ojeli parmaklarını seri biçimde tuşlarda gezdirerek yazmaya başladı. Bu yaşanırken, gece gündüze dönüp zaman su gibi aktı; ertesi sabaha değin yerinden kalkmamıştı ki yazdıkça yazdı. Dünya yenilenip değişedursun, tek bir amaç uğruna ara vermeksizin çalıştıkça çalıştı. Ta ki, bilgisayar başında otuz gün devirip bütün kodlamaları bitirdiği dakika kendi de bitip masasında uyuyana kadar…
İtiraf etmem gerekirse son dört yıldır onunla aramızın iyi olduğu söylenemezdi; sistemleri hackleyip suçluları enseleme işleri dışında yan yana gelmezdik ve bu durum, onu içten içe yiyip bitirirken içini şişirirdi. Hâl böyle olunca o süreçte depresyona girip evden dahi çıkmadığından biraz kilo almıştı, oysa bu sefer sırf beynini kapasitesinden fazla çalıştırıp yorduğu için aldığı bütün kiloları vermişti. Üstüne üstlük zamanı unuttuğu dönem boyunca çok daha fazla kilo verecekti; ilerleyen günlerde zemine attığı bir yastığa başını koyup uzandığı anlarda kapsülü karşıdan seyre dalarak hayallere de dalarken, saatleri askıya alacak kadar unutacaktı dış dünyayı.
Kodlamaları bitirip bilgisayar masasında bayılırcasına uyuyakaldığı o gecenin ertesi, sol gözündeki iletişim lensine art arda düşen mesajların telaşla yanıp sönen bildirim ışıkları uyandırmıştı onu. Gözünü açar açmaz gördüğü ünlemli hologram iletilerinde, bir aydır arayıp sormadığı birkaç dostu sitemlerini esprili bir dille sıralıyordu; ama işini bitirene kadar herhangi biriyle iletişim kurmaya niyeti yoktu. Silkelenip saçlarını düzeltince solunda duran kapsüle kaydırdı bakışlarını. Bir süreliğine duraksayıp, “İşte başlıyoruz,” diyerek gözlerini kırpıştırdığı anda önündeki holografik ekranlara tekrar döndü ve kapsülü aktifleştirmek için ön ekranda bekleyen programı başlattı. Yazdığı program kapsülü aktive edecekti ki zaten sorun yaşamadı. Kurulum barının hafifçe yüklenip tamamlanmasıyla birlikte kapsülden çıkan ve şiddetini gitgide arttıran uğultulu sesin yaydığı titreşimi hissedebiliyordu, ancak nükleer reaktörlerin çalışma gürültüsüne benzeyen bu tekinsiz titreşimler, alt komşu tarafından fark edilecek kadar yoğun değildi; mekanik bir tiz gibiydi. Bir süre sonra normal çalışma akışı devreye girince uğultuyu kesip sessizliğe dönüverdi ki nihai amacına ulaşana değin uzun bir süre böyle devam edecekti.
Bahsi geçen süreç ayların ayları kovalayacağı kadar uzun, rutin ve sıkıcı bir dönemi kapsamaktaydı. Anlaşılacağı üzere bu süre zarfında hiç evden çıkmadı; kapsülü bir an olsun yalnız bırakmak istemezken kapağının kendiliğinden açılacağı güne değin aklını meşgul etmek için ne gerekiyorsa yaptı. Ne var ki tamı tamına iki yüz doksan dokuz gün sonra sabahın dokuzunda gerçekleşen bir değişken, her şeyi değiştirerek dairesindeki sessizliği yırttı.
Tam da kendi tasarımı olan DNA şekilli rüzgâr türbini çizimlerini şehir plancısına e-posta biçiminde ilettikten sonra; pencere kenarındaki mini botanik bahçesini sulamaya başlaması ardından dışarıdaki devasa ormanın ortasında yükselen şehir manzarasını izlediği esnada olan oldu ve arkasındaki kapsül tarafından iç çeken mekanik bir tıkırtı duydu. Nitekim aylardır duymayı sabırsızlıkla beklediği ses buydu; hatta gözlerini belertmesiyle beraber başını yavaşça çevirip omzunun üstünden kapsüle doğru bakınca donakalması bir oldu. Ağzını hayret ifadesiyle açmıştı ancak sesini çıkaramayacak derecede dilini yutmuştu, çünkü kapsül tepesindeki görünmez kapağın çatlayıp kırılmış bir yumurta gibi açıldığını görebiliyordu. Üstelik içten dışa doğru yayılan nemli bir sis, patlak buhar borularından yayılır gibi mor renkli dairesinin salonuna doluyordu ve bu, tüyler ürpertici bir sahne oluşturuyordu.
Az ötesindeki kapsülü gözünde büyüttüğü için titriyordu ki çok geçmeden topladı kendini. Pekâlâ o hâlde, ne olacaksa olsun, yüzleşme zamanı geldi, diye iç seslerinden geçirince üstündeki siyah renkli salaş atlet ve şortla yalınayak bir hâlde usul usul ilerledi. Ürkek adımlar atsa da yaklaştıkça yaklaştı ve boynunu yavaş yavaş uzatıp açılmış kapaktan içeri baktığı anda kalbindeki gelecek neyse onunla yüzleşti.
Orada, kapsülün içindeki oyukta âdeta bir yenidoğan gibi çırılçıplak yatıyordum. Ancak saniyeler geçtiğinde cenin pozisyondan çıkmamla birlikte gri gözlerimi açıverince duru yüzünü karşımda görür görmez –tanımamış olsam bile– içgüdüsel olarak gülümsedim ona. Ne de olsa ne zaman yüzüne baksam güvende hissettirirdi bana. Görünen o ki beni klonlamayı başarmıştı! Benzersiz bir bilim kadını olduğu için sadece bedenimin değil, ruhumun birebir replikasını çıkarmıştı ve bunu, gerçek aşka olan inancı sayesinde başarmıştı.
Aslında bunlar yaşanırken paralel gerçeklikteki başka bir dünyadaydım ama gitmeden önce ruhumun bir parçasını bırakmıştım ona. Oradaki bizzat ben olmasam da, yalnızca kopyalanmış olsam da benden başkası değildi aynı zamanda. Nasılsa gri saçlarım ve kıllarım çıkacaktı zaman aktıkça; hiç olmadığım kadar insandım sonuçta. Hem de gelecekteki geçmişi geride bıraktığım o günkü yaşta, otuz beş yaşında doğsam da sıfırlanmış sağlıklı bir bilinç; tabula rasa bir hafızayla. Zira benimle sıfırdan başlayacaktı yepyeni bir dünyada. Ve eminim onu incitmeden sevecektim daima… O da, ben de geçmişteki lakaplarımızı kullanmayacaktık yeni hayatımızda; bu yüzden hem ağlayıp hem aşkla gülümserken titrek dudaklarından akıveren ilk cümlesinde asıl adını söyleyerek seslendi bana. “Merhaba, ben Kisara! Ve hiçbir canlının hiçbir canlıyı incitmek zorunda kalmadığı dünyamızı göstereceğim sana!”
Önemli Açıklama
Yerli Bilim Kurgu 2024 Seçkisi'nde eksik basılması
ve asıl halinin önemli ifadeler barındırması sebebiyle
buradan bilhassa paylaşılmıştır.
Parçalanmış Yansımalar ve Gelecekteki Geçmiş romanlarımla doğrudan bağlantılıdır;
çünkü Mila anlatıyor.
Keyifli okumalar dilerim.