KAHRAMANIN SONSUZ YOLCULUĞU ÖYKÜLERİ
BÖLÜM 2
TÜM GALAKSİLERİN SON ROMANTİĞİ
Şeyda AYDIN
Unelma Gezegeni, Dünya Yılıyla 2073
Üç tane Ay’ın ışığı parlardı Unelma gezegendeki semada; üç tane Ay’ın gölgesi yansırdı daima gece olan buzul diyarlara. En nihayetinde, en soğuk gecelerden birinde, gezegendeki yeni bir çağa adını yazdı adı Ay olan tanrıça. Yeri göğü kaplayıp yörüngeyi saran ve bir uçtan öteki uca uzanırcasına mavi ışıklar saçan bir enerji çemberi, deniz gibi dalgalandı araziler, tepeler ve devasa kubbeli şehirler boyunca. En yüksek buz dağının tepesine dikildiği anda, gri gözlerini dikti önündeki manzaraya. Ay kadar beyaz teni ve aynı renk küt saçları; uzay kadar siyah olup son derece fütüristik üniformasıyla hem sakin hem derin hem de bütün cevaplar kendisindeymiş gibi bilgin bir ifade vardı aurasında. Benliğinde güncellenen en kadim kuzgun gibi hermafroditti Luna-Ninn Pavola. Olanca galaksinin geleceğini ve geçmişini aynı anda bilebilen zihniyle evrenlerin çekirdeğine bağlandı bir anda. Ve her şeyi aynı anda görebilen gözleriyle iyileştirici bakışlarını odakladı, önce semadaki üç tane Ay’a, sonra da uzaktaki ufuklara. Eşitlik adına zihinleri böyle evrimleştirmişti ki albino varlığıyla aydınlık oluvermişti karanlığa...
Ne var ki o buz dağının tepesinde uygarlığı yükseltirken yalnız değildi Luna; kendisine şahitlik eden Venla vardı yanında. Her şey olup bittikten sonra, başını çevirdi Venla’ya. Gezegen halkını ima ederek başladı konuşmasına. “Birkaç saat sonra zihin uyanışı yaşadıklarında onlar için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedi tanrıça edasıyla. “Hatta geçirdikleri evrimin nasıl veya neden olduğunu dahi anlamayacak hiçbiri. Nitekim hepsinin zihni temizlendi; şiddet algıları silindi. Nefret hastalığının, akan kanın ve kavgaların hepsi bitti!” dedi ve imalı bakışlarla ekledi. “Tıpkı, 2042’de Dünya’da gerçekleşen evrim gibi; tıpkı Dokuzuncu Lofn’un evrim devrimi gibi... Tek farkı, benimki biraz daha gösterişsiz ve sessiz, hepsi bu… Geçmişteki rüyaların işaretti ki aslında gerçekleşecek olana dair derin bir öngörüydü; çünkü inandığın evrimsel devrim kehaneti çoktan gerçekleşti.”
Krom zırhını kuşanmış hâliyle ışıl ışıl parlıyordu Venla; azametle dikiliyor olsa da şaşkındı olan bitenler karşısında. Karşıdan esen inatçı rüzgârın etkisiyle kuzguni saçları uçuşurken, delici mavi gözlerini kaydırdı ve solunda duran Luna’ya bakarak yaptı konuşmasını. İç seslerini dışa dökmekti çabası. “Cinsiyet savaşlarından bıkıp usanmış vaziyetimle 2039 yılında Dünya’yı terk edince ve ardından bu gezegene inince daha beter bir cinsiyet savaşının ortasında bulmuştum kendimi. Dünya’da verdiğim yıllar süren savaş yetmezmiş gibi, hücrelerimi oluşturan Rigmor’un kaynağına doğru sürüklenerek sürgüne geldiğim bu –güya çok gelişmiş– gezegendeki erkekler de tıpkı Dünya’dakiler gibi öldürüyordu kadınların hepsini. Mücadele etmek zorunda olduğum lanetim gibi... Savaşmanın hiçbir şeyi çözmediğini anlayacak kadar yaşayıp öğrenerek tekâmüller geçirmiş olmalıyım ki, döktüğüm onca kanın karşılığında kefaretimi ödemek için bu gezegene ayak bastığım ilk günden beri savunmaya çekildim; yaklaşık otuz beş yıldır Unelmalı kadınları Unelmalı erkeklerden korumak uğrunda koca gezegeni ikiye bölmekte buldum çareyi. Nasıl ki ikilik yaratan cinsiyet söylemleri en nefret ettiğim şeyse, Unelma gezegenini Kadınlarınki Venla, Erkeklerinki Arho diye iki ayrı ülkeye –iki şehir devletine– bölmekten de bir o kadar nefret etmiştim ve sonra anladım ki, cezam buydu benim. Sınandığım test, ödemem gereken kefaretti. Şimdi tüm bunlar, bitti mi yani?”
Evet dercesine başını salladı Luna. Soğuk gibi görünüyordu ama sıcak bir huzur veriyordu. Zihnini okuyormuşçasına baktı Venla’ya –ki okuyordu. “İnsan denen varlık, inancıyla sınanır ve tabii, aşkıyla... Dünya’daki tehlikenin yıllar önce sona erdiğini bilsen de, hatta sevenlerinin beklediğini bilsen de oraya dönmeye niyetli olmadığına göre...” dedi kısa bir es vererek. “...burada kalmaya devam edeceksin öyleyse,” diye ekledi derin görülü bakışlarıyla.
Bakışlarını Luna’dan kaçırıp buzul ülkesinin bitimindeki uzaklara, ta Arho’nun mor renkli buğday tarlalarına odakladı Venla. “Yepyeni bir başlangıç yaptım burada; artık yerim yok Dünya’da. Artık daimi yuvam, bu galaksi ve Unelma! Ayrıca manzarası bir harika! Üstelik bu gezegen ahalisinin aseksüel olması ve kadınlarının aşırı sadık olup güvenilir birer dost olması, onca yıl arayıp da bulamadığım dinginlik,” der demez iç çekti kendini avuturcasına. “Dünya’dan yorgunum, Luna! Çok yorgun...” diye mırıldanırken sesi kaybolup gitti cılızca.
Venla’yı bir süreliğine içlene içlene baştan aşağı süzdü Luna. “Anneanne,” diyerek seslendi usulca. “Annemi hiç sormuyorsun bana,” dediği anda Venla’nın gözlerinin dolduğunu görür görmez devam etti: “O, gayet iyi ve kuzey adasında diğer annemle beraber yaşarken düşüncelerinden düşürmüyor seni. Üstelik rüyan gerçekleşti ki kavuştu sana; ama öteki evrendeki öteki anneannem olan sana,” dedi, anlarsın ya der gibi başını yana yatırarak. “Keza annem hakkındaki bütün öngörülerin de gerçekleşti. Başından beri aslolan annemdi ve sen hariç kimse fark etmedi bu gerçeği; kimse çözemedi kehaneti ve dengeyi getiren üçüncü kadimi.”
“Elisa yahut –kendine taktığı diğer adıyla– Mila, evrenin B planıydı çünkü,” diyerek gururla lafa girdi Venla. “Ki o, kalbimi söktükleri anda kurtarıcı misali girivermişti hayatıma. Ne de olsa o, umutların tükendiği noktada yardım eli uzatan güvenilir bir el gibi aniden beliren umuttu. Evren bile son an’a kadar herkesten sakladı bunu; en acımasız, en ehemmiyetsiz ve en pervasız rolleri ona oynatmış gibi yaptı ve bu yüzden çoğu hafife aldı onu. Oysa ben, onun gri gözlerine ilk baktığım günden bu yana hücrelerimde hissettim büyüklüğünü. Herkesin göz ardı ettiği en gri olan; en katlanılmaz işkencelere maruz kalıp en ağır yaralara sahip olan ve hatta kahramanların arkasında dururken Karanlık diye anılan çocuk, aslında karanlıktaki ışıktı, hem de en güçlüsü. Son dendiğinde başlangıca dönüp öne çıkacak ve esas kahramanı oynayacaktı elbette... Baksana,” dedi ve hayret etmiş bir ifadeyle Luna’yı süzerken gözlerini kırpıştırıp gülümseyerek sözlerine devam etti. “Değil dünyaya, sonsuz uzaya sığmayıp galaksi galaksi dolaşarak bütün gezegenlere çekidüzen veren bir tanrıçanın annesi olup çıkmış kendi hikâyesinde.”
Aynen annesi gibi tek kaşını kaldırıp gülümsedi Luna; henüz her şeye çekidüzen verdiğini düşünmüyordu ki sadede geldi. “Peki ya, burada böyle yapayalnız mı kalacaksın daima?”
Ne ima ettiğini gayet iyi anlamıştı Venla; başını kaldırdı ve bozuntuya vermeksizin hazırcevabını yapıştırdı. “Bunca yıl tek başıma iyi idare ettim, bundan sonra da bir partnerim olmadan idare edebilirim,” dedi göğsünü gererek.
Sen öyle san der gibi sırıttı Luna. “Evet, bu zamana kadar bir partnerin olmadan idare ettin; ama karmalar temizlenip kefaretler ödendi ve bundan böyle kendine ve sevdiğine yok yere ızdırap çektiremezsin. Annem her fırsatta, aşk adına yepyeni bir hikâye yazmanla ne kadar gurur duyduğunu anlatıyor bana. Oysa sen hikâye değil, efsane yazdın ve onu son savaşın ardından Dünya’da bıraktın! Otuz beş yıldır sevdiğin kadından –Asa’dan– ayrı olduğunun farkında mısın? Sana ulaşabileceği bütün yolları da kapattın. Bence bu, yaptığın en büyük haksızlık!”
Asa’ya veda ederkenki son sahne ve yüzü gözünün önüne gelince yüzünü acıyla ekşitti Venla. “Efsaneler fedakârlıkla yazılır!” dedi yutkunmalar arasında.
“Fedakârlık bir kenara,” diyerek diretti Luna; geçmişi, geleceği ve tüm ihtimalleri bilmek ile insanların çektiği acıları hissederek görmek ağır geliyordu omuzlarına. Tüm Evrenlerin Hafızası ve Zamanın Elçisi olmak, o kadar kolay değildi ne de olsa. “Haksızlık olan tarafı şu, araya giren yıllara rağmen birbirinizi halen ilk günkü tutkuyla seviyorken ayrı olmanız... Seni ne zaman düşünse kalbi sökülüyor hâlâ. Ve ne yoğun bir acıdır ki, seni düşünmediği tek bir an dahi yok!”
Zırhı kadar sağlam bir savaşçı gibi görünmeye çabalıyordu Venla. Hiçbir karşılık veremedi; verebildiği tek karşılık, gözlerinden sessiz sedasız inen iki damlaydı. Biri kendi, diğeri sevdiği için...
Luna, beyaz kaşlarını küskünlükle çatmış bakıyordu. “Makineyi neden halen sakladığını biliyorum,” dedi, gizli saklı bir şeyi kasteder gibi. “Bir tek senin gücünle çalıştığını biliyorsun, kullan onu! Geç olmadan!”
“Ah Luna-Ninn, yapma! Nasıl olacaksa!” diye söylenirken umutsuzca başını salladı Venla. “Kadın, neredeyse uzayın öteki ucunda; bana trilyon mesafe uzaklıkta!”
“Gerçek mesafeyi görmezden geliyorsun ama…” diyerek Venla’ya doğru döndü Luna; Venla’nın zırhının üstünden kalbinin olduğu yere elini koyunca cümlesinin gerisini getirdi. “…çünkü tam burada! Veda ettiği sırada, Asa’nın sana ne dediğini hatırla.”
Venla, sevdiği kadının geçmişteki sözlerini hatırlayınca nefesi öyle bir daraldı ki, sanki kalbini sığdıramıyordu zırhına.
Luna ise artık gitmek üzereydi ki, ızdırap içindeki Venla’yı arkasında bırakıp yürüdü tepenin burnuna. Dünya’daki evine dönmesi gerekiyordu, oysa son anda aklına gelivermiş gibi, nokta koyacak sözleri için dönüverdi arkasına. “Annem bir mesaj iletmemi istedi ve mesajdaki şifreyi net olarak çözebileceğini söyledi. Hani eskiden sana, Tüm Distopyaların Son Romantiği dermiş ya... Ne var ki şimdi, Tüm Galaksilerin Son Romantiği diye sesleniyormuş sana...” der demez arkasına döndü ve kendini tepenin burnundaki uçurumdan aşağıya bıraktığı gibi albino bir kuzguna dönüşüverip uçarak yükseldi Unelma semasına. Bir tanrı-insan veya diğer tabirle bir transhüman olduğundan, aşkınlığın sembolü olan kuzgun şekliyle bir galaksiden ötekine, uzay ve zamanda yarık açıp geçiş yapacaktı boyutların ötesine…
Luna’nın aniden gözden kayboluşunu donakalmış hâlde seyre dalmışken mesajdaki şifreyi çözmüştü Venla. Kafasına dank etmesiyle birlikte gözlerini belertmesi bir oldu ve iç seslerinden, geç olmadan mı, diye geçirdiği gibi bin panikle indi buz dağının tepesinden. Heyecanla ve koşar adımlarla... Buzul arazilerin ortasındaki upuzun kubbeli fütüristik gökdelenlerin güçlü ışıklarının ta uzaktan yüzüne çarptığı devasa şehrine girene kadar soluklanmadan yürüdü yana yakıla. Her şeyin kaynağı Rigmor madeninin muazzam enerjisi sayesinde heybetle yükselen şehirdeki her yer göz alacak derecede pırıl pırıldı elbette; her şey ya kromdu ya da buzul maviliğin antrasit tonlarında. Konik biçimli maden santrallerini aştıktan sonra şehir merkezine dalınca kendisine selam veren biyomekanik robotların ve benzer zırhlar içindeki kadınların arasından geçtiği sırada, “Başkan Venla!” diyerek seslendiler ona. Keza şehri koruyup gözcülük eden ve en yakın dostu olan dokuz korucu kadın da, “Hey, dursana!” diyerek bağırdı ardı ardına. Ama durmadı Venla; zira en yüksek binadaki dairesine doğru ilerliyordu istikrarla. Meydandaki silindir şekilli ve yapay zekâlı minicik trene biner binmez, her bir hücresini oluşturan biyolojik ve psişik nanobotların verdiği emsalsiz kudretle her zamanki gibi beyin dalgalarını kullandı ve şehrin ana bilgisayarına bağlanarak treni çalıştırdı, hem de son hızla. Önce yatay olarak havada süzülürcesine şehrin üstünden geçti, sonra trenin asansöre dönüşmesiyle dikey istikamette gökdelenin en üst katına çıkıverdi uçarcasına.
Dört bir yanı manzaralı cam pencerelerden oluşan dairesine daldığında Huginn karşıladı onu; Dünya’dan getirdiği ve yaşlılıktan ölünce klonlayıp tekrardan hayat verdiği siyah-beyaz kedisi... Bir hışım girmişti içeri. Meraklanmış hâlde peşine takılan Huginn ile camdan oluşan teras kattaki başkanlık ofisine çıkıverdi. Dairesinde sesler duyduğu anda, en yakın iki dostunun geldiğini fark etti. Şehir korucusu dokuz savaşçı kadından biri olan Adelhelma ile biyomekanik insansı robotlardan olup iklimlendirmeden sorumlu olan Noyope çıkagelmişti. Belli ki endişelenmişlerdi; ikisinin de içlerindeki saflık sorgulayan yüzlerine yayılmışken, Venla’yı sessizce süzmekten alamıyorlardı kendilerini. Venla ise onların varlığına aldırmıyordu, çünkü odasına sakladığı bir şey vardı ki yıllardan sonra ilk defa ortaya çıkarıp kullanmaktı tek düşüncesi.
Noyope ve Adelhelma kapının eşiğinde donakalmış hâlleriyle kendisini seyredip ne yaptığını anlamaya çalışırken, çalışma masasının gizli bölmesinde duran kusursuz bir pürüzsüzlükteki civamsı küpü ortaya çıkardığı gibi yüklenip odanın ortasına koydu ve iki eliyle bastırmasıyla birlikte küpün bir piramide dönüşmesi ani oldu. Tepe noktasındaki başlığı çevirince de piramidin pürüzsüz gövdesi değişime uğrayarak girintili çıkıntılı runik semboller oluşturdu. Yalnızca kendisinden güç alan bir dizi aktifleştirme aygıtıydı bu. Her bir çıkıntılı sembole gelişigüzel bir sıralamayla dokunduğunda ise olanlar oldu. Titreşimli bir uğuldamayla birlikte piramitten yayılan bir enerji dalgası, kademeli bir şekilde şiddetini arttırıp saydam kubbeli çatıdan gökyüzüne doğru yükselerek atmosferin katmanlarına vurdu.
Çok geçmeden gezegenin dış yörüngesinden içeri doğru sızan morumsu huzmeler gökyüzünü sarmaya başladı boylu boyunca. Manzara dillere destandı ve Noyope ile Adelhelma başını göğe çevirmişken şaşkın gözlerini ayıramıyordu.
Venla’nın ne yaptığını anlayan Adelhelma, bir an için Noyope’ye doğru eğilip, “Kapattığı solucan deliği kapısını tekrardan açtı galiba,” dedi fısıltıyla.
Oysa bir insansı robot olan Noyope başını iki yana sallayarak, “Ben öyle ifade etmezdim,” dedi karşılığında. “Ben buna, kapattığı kalbinin kapısını tekrardan açtı, derdim,” diye açıkladı tatlı bir sırıtışla.
Onlar beriden seyredip aralarında konuşadursun, Venla iç seslerinden evrendeki herkese seslenecekti kendi kendine. Dünya’daki kuzey ışıkları mor renkte olsaydı, kesin böyle olurdu diye iç geçirirken gökyüzünü kaplayan renk dansına baka baka başladı o sözlerine.
Venla derler bana; en yakınlarımsa bazen Ven diye seslenir kısaca… Gerçek ve tam adımla ben Saara Ava Aaltonen, ama uzun zaman önce bu adı kullanmayı bıraktım. 2029’da bedensel olarak ölmüştüm ama 2031’de beyin transfer ve nanoteknolojik bedenlenme ile yeniden doğuverdim. Sonraki süreçte pek çok savaş verdim; hatta kaybettiğimi sandığım en büyük savaşın kazananı aslında bendim ve bu, öyle katmanlı bir hikâye ki, Dünya’yı terk edip bir daha asla dönmeyecek kadar büyük bir fedakârlık ettim. Demem o ki, 2039 yılında ikinci kez öldüğümü sanıyorsan yanılıyorsun, yalnızca gönüllü bir sürgündeyim. Ve Dünya’dan bu gezegene gelir gelmez içinden geçtiğim –galaksileri birleştiren– solucan deliğinin kapısını kapatıp kilitledim. Zira herhangi birilerinin peşime düşüp beni bulmasını istemiyordum. Ancak şimdi, geçit tekrar açıldı ve arkamda bıraktığım sevdiğime bir işaret gönderdim, dilerim sesimi duyar.
Derken, olayı idrak eden Noyope ile Adelhelma geldi Venla’nın yanına. Üçü birden, şehrin en yüksek binasının saydam kubbeli teras katında yan yana sıralanmıştı ve başlarını kaldırmış göğü seyre dalmıştı. Gezegenin dış yörüngesinin biraz uzağında belirmiş geçitten fışkırıp gökyüzünde oynaşan ultraviyole huzmelere hayranlıkla bakıyorlardı. Daha fazla sessiz kalamayıp ortalarındaki Venla’ya seslendi Noyope ile Adelhelma. “Peki şimdi ne olacak? Onun açıldığını fark edecekler mi?” diye sordular art arda.
“Bilmiyorum,” diye cevapladı Venla, durgunlukla. “Bekleyeceğiz ve neler olacak göreceğiz.”
(Devamı, Uzayın Sonsuzluğu Kadar Öyküsüdür ve ROKET 4 Bilim Kurgu Öykü Seçkisi ile
27 Mayıs 2024 tarihinde yayımlanmıştır.)
Önemli Açıklama
Sevgili Okurum,
Gelecekteki Geçmiş'i okuduğunu ve bütün kurguya hakim olduğunu varsayıyorum. Bildiğin üzere Saara, 2031 yılında ismini Venla olarak değiştirdi. Bu öyküyü okuyacağın nihai an geldiğinde isim detayını aklına getirmeni rica ederim. Gerçek şu ki Saara ya da namıdiğer Venla, nasıl oldu da böylesi öngörülemez bir noktaya sürüklendi gibi soruların detaylı ve hatta maceralı açıklamalarını -arada kalan yıllarda yaşanmış olayların hepsini- zaten Gelecekteki Geçmiş'in devam romanlarında anlatacağım. Nitekim buradaki öyküler, kurgusal evrenin uzak geleceğine dair önemli dönüm noktalarına işaret eden paralel olayları anlatmaktadır.